28 Ocak 2010 Perşembe

Sporu Sevmek

Avrupa'ya 2. çıkışımdı, Çek Cumhuriyeti'nde psikoloji öğrencileri kongresindeydim. 200 tane genç, farklı kültürler ve onları tanımak için bulunmaz fırsat. Hele kanda alkol dolaşırken. Bir gece İsviçreli bir arkadaşla konuşuyorum, sporla ilgilenir misin diye sordum. "Elbette, spor benim için vazgeçilmez" dedi. Hemen sordum hangi takımı tutuyorsun diye, aklımca CM'den öğrendiğim futbolcuları sayıcam, muhabbet de sanıyorum ki güzelleşecek. Verdiği cevap: "Takım mı? Ben takım tutmam ki, bisiklet sürüyorum ben".
İstanbulluyumdur. Ama bilirim sokaklarda top oynadığımız günleri. Ergenliğim de okuldaki telli bahçede basket topunun peşinden geçti. 17 yaşında xx kromozomlu homosapyenleri keşfedip birayı da tanıyınca bir baktım spor yapmaz olmuşum. Mahallede top oynayacak yer yok, lise bitti, üniversitede basket potası yok (evet yok) ve spor salonları "bençte ben daha çok basarım" diyen kas-beyin skalası ters orantılı hırbolarla dolu. Bir iki bisiklete bineyim dedim, hayatımdan oluyordum.
İsviçreli eleman deyince durdum bir düşündüm en son ne zaman spor yaptığımı. 10 saatten fazla topa dokunmadan kalamayan ben yıllardır spor yapmamışım. Sporla ilgim kumandada 77-41 arasında gidip gelmekle sınırlı kalmış. Maratonda Erman'ın salyalarını izliyorum, bilgisayarda CM'de çok acayip başarılar yakalıyorum. Açık açık Türk Futbol Faşizanlığı'nın ağına düşmüşüm haberim yokmuş.
Son 3-4 yılda çok şey değişti. Olumlu anlamda. Eurosport ve NTV Spor girdi hayatıma. Bazen su içmeyi unutursunuz, bir sürü şey yersiniz, camı açarsınız falan geçmez içinizdeki sıkıntı. Ama o bir bardak suyu içtiğinizde de ardından lıkır lıkır gider 3-4 bardağı daha. Aynen öyle oldu. Ne spor olursa olsun Eurosport açık kalmaya başladı evde. Önceleri yabancı dil seçeneğini seçerdim, beğenmezdim Türk spikerleri. Ah şu yabancı özentiliği. Nerden bileyim bana ski-jumping, snooker ya da bisiklet turlarını izleteceklerini.
Şimdi burda soru şu. Sporu mu, sporcuyu mu yoksa anlatanı mı sevmek. Sporu sevdiğimi biliyordum, hayran olduğum ve sırf onlar oynuyor diye izlediğim maçları olan sporcuları da bilirim. Ya anlatan? Ercan Taner, Murat Murathanoğlu, Murat Kosova, Ersin Düzen ve Güntekin Onay dışında anlatımından keyif aldığım bir tek Ertem Şener vardır. Gülmek istediğim zamanlarda. Eurosport ise anlatımıyla ve çekimleriyle hayatıma yepyeni spor dalları soktu 3 yıldır. Yoksa daha önce deseler inanmazdım Uğur Salman, Innsbruck'taki 4 tepe ayağını anlatırken Schlierenzauer'in atlayışını koltuğun üzerinde ayakta izleyeceğimi ve bunu da sonradan farkedeceğimi. Harri Olli atlayışlarında "haydi oğlum, haydi" diyeceğimi ya da.
3 senedir o kadar çok snooker izledim ki Avrupa'daki arkadaşlarıma e-mail ile tüyo veriyorum 14 frame'de alır O'Sullivan diye. Ali Carter'ın maçını bekliyorum ve saat farkı artık bilinçsizce hesapladığım birşey. Dağhan Irak anlatıyor diye izliyorum Afrika Futbol Şampiyonasını. Ve tabi ki Caner Eler.
Tenisi 2000'den beri izlerim, şimdiki kadar yoğun olmasa da. 4 yıla yakındır da oynuyorum. Ama hiçbir zaman Caner Eler'in sunuşu kadar zevk almadım bu spordan. Normalde izlemeyeceğim bir maçı normalde izlemeyeceğim saatte zorla izlettiriyor bu adam bana. Tour de France'ta da aynısını yapmıştı. Çok önyargılı olduğum bisiklet turunu köylerin tarihleri, şarapların tatları, peynirlerin kokularıyla bezedi. Her bir sporcudan ayrıntı ile bahsetti, kariyerlerini anlattı. Buralara hangi yollardan geçerek, ne kadar çalışarak geldiğini makale gibi sundu. 1 haftadan sonra artık Tour de France izlerken buldum kendimi. Hem de keyifle.
Caner Eler başka birisi. Gerek ses tonu, gerek bilgi dağarcığı gerekse de anlatım şekli. 2009 RG yarı finali, Federer - Del Potro maçı. Fransız rejisi tribünleri geziyor. Kocaman siyah şapkalı, boynunu önüne eğmiş, güneş gözlüklü birinde daha uzunca kalıyor kamera. Kadın o kadar iyi gizlemiş ki kendini annem olsa tanımam. Caner başlıyor: "Eğer gözlerim beni yanıltmıyorsa kamera şu anda Charlotte Gainsbourg'u çekiyor. Bildiğiniz gibi İngiliz şarkıcı Jane Birkin ve Fransız söz yazarı Serge Gainsbourg'un kızı Charlotte. Geçtiğimiz günlerde Lars von Trier'in Antichrist filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Cannes'da altın palmiye aldı". Kaldım ekran başında.
Neyse çok uzatmayayım, spora getirdiklerinden ve bana kazandırdıklarından dolayı bir teşekkür mahiyetindeydi bu yazı. Her ne kadar onlar kadar iyi anlatamadıysam da duygularımı, hayatın onlarla daha güzel olduğunu anlatmaya çalıştığım bir yazı. Güzel olan sporun, onlarla daha sevilesi olduğunu söylemek istediğim bir yazı...

1 yorum:

  1. güzel yazı ;) Eurosport'un spor kültürümüze olan katkısı yadsınamaz. Ancak tenis konusunda her ne kadar çok bilgili arkadaşlar gerçekleştirsede orjinalden dinlemeyi tercih ediyorum.

    Doğrusunu söylemek gerekirse özellikle teniste Simon Reed, Jo Durie, Chris Bradnam gibi isimlerden tenis dinlemek bana bambaşka bir keyif veriyor.

    Diğer spor dalları için çok bir fark göremiyorum belki de diğer spor dallarını tenis kadar sevmediğimden ya da tenis kadar iyi bilmediğimden fark yokmuş gibi geliyor..

    Ama tabii Eurosport'taki arkadaşların hakkını yiyemem, harika bir iş çıkardıkları kesin, özellikle çalışma ortamlarını kendi gözlerimle de gördüğümden ne denli bir özveriyle bu işi yaptıkları ortada..

    Dağhan Irak'ın esprili anlatımına hastayım mesela.. Onun sesini duyunca kanalı değiştirmiyorum o derece..

    YanıtlaSil