17 Mayıs 2010 Pazartesi

Geliyor !!!


Master's finalinde kendi evinde Federer'i devirdi.Rekabette durumu 14-7 yaptı.2010'da toprak kortta mağlubiyeti yok(Sadece iki set kaybetti).Roland Garros'ta da bu böyle devam eder.Geçen sene Federer,Rafa'ya karşı oynamadan şampiyon olmuştu ama bu sene Rafa'nın dizleri değil,finalde Rafa'nın karşısına çıkınca kendi dizleri ''titremekten'' sorun yaratabilir . . .

28 Ocak 2010 Perşembe

Sporu Sevmek

Avrupa'ya 2. çıkışımdı, Çek Cumhuriyeti'nde psikoloji öğrencileri kongresindeydim. 200 tane genç, farklı kültürler ve onları tanımak için bulunmaz fırsat. Hele kanda alkol dolaşırken. Bir gece İsviçreli bir arkadaşla konuşuyorum, sporla ilgilenir misin diye sordum. "Elbette, spor benim için vazgeçilmez" dedi. Hemen sordum hangi takımı tutuyorsun diye, aklımca CM'den öğrendiğim futbolcuları sayıcam, muhabbet de sanıyorum ki güzelleşecek. Verdiği cevap: "Takım mı? Ben takım tutmam ki, bisiklet sürüyorum ben".
İstanbulluyumdur. Ama bilirim sokaklarda top oynadığımız günleri. Ergenliğim de okuldaki telli bahçede basket topunun peşinden geçti. 17 yaşında xx kromozomlu homosapyenleri keşfedip birayı da tanıyınca bir baktım spor yapmaz olmuşum. Mahallede top oynayacak yer yok, lise bitti, üniversitede basket potası yok (evet yok) ve spor salonları "bençte ben daha çok basarım" diyen kas-beyin skalası ters orantılı hırbolarla dolu. Bir iki bisiklete bineyim dedim, hayatımdan oluyordum.
İsviçreli eleman deyince durdum bir düşündüm en son ne zaman spor yaptığımı. 10 saatten fazla topa dokunmadan kalamayan ben yıllardır spor yapmamışım. Sporla ilgim kumandada 77-41 arasında gidip gelmekle sınırlı kalmış. Maratonda Erman'ın salyalarını izliyorum, bilgisayarda CM'de çok acayip başarılar yakalıyorum. Açık açık Türk Futbol Faşizanlığı'nın ağına düşmüşüm haberim yokmuş.
Son 3-4 yılda çok şey değişti. Olumlu anlamda. Eurosport ve NTV Spor girdi hayatıma. Bazen su içmeyi unutursunuz, bir sürü şey yersiniz, camı açarsınız falan geçmez içinizdeki sıkıntı. Ama o bir bardak suyu içtiğinizde de ardından lıkır lıkır gider 3-4 bardağı daha. Aynen öyle oldu. Ne spor olursa olsun Eurosport açık kalmaya başladı evde. Önceleri yabancı dil seçeneğini seçerdim, beğenmezdim Türk spikerleri. Ah şu yabancı özentiliği. Nerden bileyim bana ski-jumping, snooker ya da bisiklet turlarını izleteceklerini.
Şimdi burda soru şu. Sporu mu, sporcuyu mu yoksa anlatanı mı sevmek. Sporu sevdiğimi biliyordum, hayran olduğum ve sırf onlar oynuyor diye izlediğim maçları olan sporcuları da bilirim. Ya anlatan? Ercan Taner, Murat Murathanoğlu, Murat Kosova, Ersin Düzen ve Güntekin Onay dışında anlatımından keyif aldığım bir tek Ertem Şener vardır. Gülmek istediğim zamanlarda. Eurosport ise anlatımıyla ve çekimleriyle hayatıma yepyeni spor dalları soktu 3 yıldır. Yoksa daha önce deseler inanmazdım Uğur Salman, Innsbruck'taki 4 tepe ayağını anlatırken Schlierenzauer'in atlayışını koltuğun üzerinde ayakta izleyeceğimi ve bunu da sonradan farkedeceğimi. Harri Olli atlayışlarında "haydi oğlum, haydi" diyeceğimi ya da.
3 senedir o kadar çok snooker izledim ki Avrupa'daki arkadaşlarıma e-mail ile tüyo veriyorum 14 frame'de alır O'Sullivan diye. Ali Carter'ın maçını bekliyorum ve saat farkı artık bilinçsizce hesapladığım birşey. Dağhan Irak anlatıyor diye izliyorum Afrika Futbol Şampiyonasını. Ve tabi ki Caner Eler.
Tenisi 2000'den beri izlerim, şimdiki kadar yoğun olmasa da. 4 yıla yakındır da oynuyorum. Ama hiçbir zaman Caner Eler'in sunuşu kadar zevk almadım bu spordan. Normalde izlemeyeceğim bir maçı normalde izlemeyeceğim saatte zorla izlettiriyor bu adam bana. Tour de France'ta da aynısını yapmıştı. Çok önyargılı olduğum bisiklet turunu köylerin tarihleri, şarapların tatları, peynirlerin kokularıyla bezedi. Her bir sporcudan ayrıntı ile bahsetti, kariyerlerini anlattı. Buralara hangi yollardan geçerek, ne kadar çalışarak geldiğini makale gibi sundu. 1 haftadan sonra artık Tour de France izlerken buldum kendimi. Hem de keyifle.
Caner Eler başka birisi. Gerek ses tonu, gerek bilgi dağarcığı gerekse de anlatım şekli. 2009 RG yarı finali, Federer - Del Potro maçı. Fransız rejisi tribünleri geziyor. Kocaman siyah şapkalı, boynunu önüne eğmiş, güneş gözlüklü birinde daha uzunca kalıyor kamera. Kadın o kadar iyi gizlemiş ki kendini annem olsa tanımam. Caner başlıyor: "Eğer gözlerim beni yanıltmıyorsa kamera şu anda Charlotte Gainsbourg'u çekiyor. Bildiğiniz gibi İngiliz şarkıcı Jane Birkin ve Fransız söz yazarı Serge Gainsbourg'un kızı Charlotte. Geçtiğimiz günlerde Lars von Trier'in Antichrist filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Cannes'da altın palmiye aldı". Kaldım ekran başında.
Neyse çok uzatmayayım, spora getirdiklerinden ve bana kazandırdıklarından dolayı bir teşekkür mahiyetindeydi bu yazı. Her ne kadar onlar kadar iyi anlatamadıysam da duygularımı, hayatın onlarla daha güzel olduğunu anlatmaya çalıştığım bir yazı. Güzel olan sporun, onlarla daha sevilesi olduğunu söylemek istediğim bir yazı...

Final Kokuyor

Son günlere girdik yeni yılın ilk GS finalistleri rakiplerini bekliyor. Henin - Serena finali kesinleşti, yarınsa Murray rakibini bekliyor olacak. Muhtemelen Federer, isviçre çakısı gibi vuruş repertuarından önce Tsonga'yı alt edecekleri çıkartacak, ardından da onları sokup Murray'in icabına bakacak olanları çıkaracak.Doğmamış bebeğe don biçmeyelim şimdilik erkekler final analizini bırakıyorum. Justine, Zheng'i HARCADI. 6-1, 6-0 Caner Eler'in değişiyle "acımasız" bir skor. Ha biri çıkıp, Serena'nın 7-6, 7-6'sı daha acımasız dese karşı çıkamam o ayrı. Final öncesi Henin gözdağı verdi, bir adım da önde duruyor. Sporda teknik hiçbirşeye değişilmez. Serena'nın sert stroke'larının cevabı ise burada, Henin'ın harika ayakları onun kolayca pozisyon almasını sağlıyor. En iyi pozisyonu alarak da en teknik vuruşu yapıyor Justine. O yüzden onu izlemeyi çok özlemiştim. Kadınların Federer'i derler, doğrudur. Fiziksel olarak avantajlı gözükmez, tek el backhandi vardır, çok dilli ülkeden gelir vesaire ama en büyük benzerliği bu 2 efsanenin de muhtemelen kendi klasmanlarında tarihin en iyi tekniğine sahip olmasıdır.
Justine için Avusturalya karmaşık duyguların ülkesi. Fırtına gibi estiği 2003 yılının ardından 2004'te ilk ve son kez kaldırdı Melbourne'de kupayı. 2006'da Wimbledon'daki gibi finalde yenildi Amélie Mauresmo'ya ama bu sefer sakatlanıp çekilerek. 2007'de eşinden ayrılmadan önce bu turnuvadan çekişmişliği de vardır. 2008'de ise Sharapova'ya 6-4 ve 6-0 kaybetti. Sezon'un devamını bilirsiniz, 1-2 kötü turnuva ardından Fransa Açık öncesi kortlara veda, hem de açık ara 1 numarayken. İşte o yüzden Melbourne'de o kupayı çok istiyor Justine. Ben de çok istiyorum almasını, o ayrı.
Cilic'i tebrik etmek gerek, harika bir gelişim gösteriyor 2 yıldır. Goran sonrası Dr. Ivo'dan bir şey beklememek gerektiğini anlayan Hırvatların yeni yüzü. Üzülmemek gerek ATP yeni bir yıldız kazanıyor, ilerde daha çok izleyeceğiz. Murray ise adaya kupa getirmeye en yakın isim şu anda. Fred Perry'den sonra, ki şu anda daha çok kişi onu giyim markası olarak bilir, ilk Britanyalı şampiyon olmaya çok ama çok yakın. Formda, ayakları çok hızlı, servisleri zirvede. Finaldeki rakibinin işi kolay olmayacak.

Geri Dön Geri Dön...

Tanık olduğum en ilginç grand slam günlerinden biriydi. Geri dönmeyenin olmadığı bir gün. Federer ilk seti kaybetti, 2. sette 3-1 geride ve ardından 13 oyun. Bilmeyenler için söyleyeyim 13 oyun 2 set eder. Vincent'in 2-3 gün önce blogda yazdığı olacak mı dedim gerçek anlamda baba izin vermedi. Backhand'i sağla olunca Rog'u izlemenin keyfini anlatamam. Tsonga galibiyeti için birşey diyemeyeceğim. Djokovic'in mide bulantıları dayanılmaz görünüyordu. Mehmet Sevinç'in buyurduğu gibi kaldı sahada, ne biz keyif aldık ne de Tsonga. 2 sene öncenin şampiyonunu geçen sene sıcak basmıştı bu sene de midesi izin vermedi. Federer'in laneti heralde, Nadal'da sakatlandı çünkü. Safin zaten bıraktı, bu turnuvada Federer'e karşı gelen belini doğrultamıyor. Tek kadınlarda daha acayip geri dönüşler yaşandı. Vika'nın maçını izlemedim ama netten takip ediyordum (malum tez). İlk sette passing-shot'tan Berke'nin kır dediği servisini paramparça etti, 2. sette ilk 2 oyunu aldı dedim tamam, Belaruslu aldı. Girdim yatağa, kalktığımda gözüme inanamadım. Roland Garros ve Wimby'de yaptığından öteye gideceğini ummuştum, ileriki senelere kaldı malum, yaşı genç ama iş var. Dünyada en az bir buçuk milyar kişinin beklediği all-Chinese finali beklemiyorum ben, hatta turnuva öncesi söylediğim Henin iddiamı sürdürüyorum. Yine de Li Na'yı severim, dövmesinden ötürü.

26 Ocak 2010 Salı


Free Blog Counter


İşte Yeniden Çıktın Karşıma

Şimdi noldu ben anlamadım. Çeyrek final denen şey 4 tane final mi oluyor? 2008 finalistleri bir tarafta, 2009'un 1. si Masters Cup şampiyonuyla oynuyor. Cilic, ABD'nin bir numarasını 5 sette yeniyor, Murray ise geçen senenin şampiyonunu eliyor. Çok acayip oldu, tezimin son haftasında güzel bir paket sundular bana sağolsunlar. Son 17 maçını kazanan Davidenko Federer'i eler, Novak kupayı alırsa (ki almışlığı var) Novak 1 numara olacak. Federer, İsa'nın son akşam yemeğinden beri Grand Slam'lerde yarı final oynuyor. Cilic adım adım önce New York'ta çeyrek şimdi Melbourne'de yarı final. Murray, Magna Carta'dan beri Grand Slam alamayan adaya ilk kupasını getirmenin eşiğinde. Falan filan. Haydi gençler Eurosport'a.
Kadınlarda bir fark yok. Güzeller güzeli Kirilenko elendi Zheng'e, yarı finalde Çinli Henin'ın backhandlerine maruz kalacak. Diğer yarı finalde ise Williams'ların yoluna Li Na ve Vika taş koymaya çalışıyor.
Avusturalyalı olduk bu ara. Önce Neill geldi sonra Kewell gitme eşiğine geldi, şimdi de böylesine bir son 4 gün. No worries mate...

Nadal'ın Tarzı

Tenis yazarlarının son 1-2 yıldaki favori konusu. Nadal, stilini değiştirsin yoksa dizleri onu taşımaz. Hmm. Çok zekice. Çok koşan bir oyuncu ama dizi sakat, daha az koşan bir oyun tarzı benimserse dizleri daha az sakatlanır. Yaş 9 mantıksal çözümleme. Nadal'a bu soru kaybettiği Murray maçından sonra yine soruldu. "Uff saçmalamayın" tarzı bir girişle benim düşüncelerime benzer şeyler söylemiş.
  1. Sporda stil ha deyince değişen birşey değildir. Kaldı ki kökünden değiştirmek de imkansızdır, yeni stil eğreti durur.
  2. Eskiden kortta daha çok koşardım şimdi o kadar koşmuyorum, diyor. Haklı çünkü artık kendisi koşturuyor rakibini. Çünkü kontrolü daha çok kendisinde tutabilen bir tekniği var.
  3. Değişim ve gelişim farklı şeylerdir. Nadal'ın yıllardır gösterdiği şey değişim değil gelişimdir. Forehand ve backhand winnerlarına ek bu sene servisi de çok geliştirdi. Bu da eskisi kadar koşmamasını sağlıyor. Ama yeniden söylüyorum bu değişimin sebebi oyununu geliştirmesidir.
  4. Nadal'ın diz sakatlığı kümülatif olarak ilerlemiş ve şu anda kronikleşme evresindedir. 4 yıl önceki Nadal'ın dörtte biri kadar hareket ettiği maçta dizini sakatlamasının nedeni budur. Yani bu adamın dizi sakat ve nedeni çok hareket etmesi değil, ters hareketle nüks etmesidir. Bu konuda da yapılacak pek birşey yok, tek yok daha iyi tedavi.
  5. 86'lı ve 6 Grand Slam'li bir adama stilini değiştir demek bana biraz komik geliyor. Daha kariyerinin ortasına yeni gelmiş bir adam şimdiden Roger ile kırmadık rekor bırakmamış. Kendine has benzeri olmayan oyunu ise en büyük üstünlüğü. Neden değiştirsin?
  6. Bu adamın forehand'i asla Federer, Gonzalez; backhand'i asla Nalbandian olmayacak. Servisi asla Roddick gibi atamayacak. İstediği kadar çalışsın ancak kendi potansiyeli çerçevesinde en iyi yere gelebilecek bu ofansif özelliklerini, defansif üstünlüğüyle birleştirerek başarıya ulaşan bir oyuncuya kalkıp da "sen sadece hücum oyna savunmayı bırak" demek yine saçmalamaktır.
Bugün biraz Nadal'cı yazıyorum farkındayım ama komik yorumlar okuyorum. Sanki copy-paste ile adama forehand yüklenecek ya da oyuncu özelliklerine girip footwork özelliklerini düşürüp o krediyi hücum özelliklerine dağıtacağız. Adam kendisi dedi sonuçta playstation'da Federer'i seçiyorum diye. Daha az koşsun golf oynasın dimi?

NTV Spor'un Ayıbı



NTV Spor'da Mehmet Sevinç'in "Nadal'ın Ayıbı" başlıklı yazısını okuduktan sonra çok şaşırdım. Mehmet Sevinç çok da umursadığım, fikirlerine değer verdiğim bir yazar değildi ama bu yazısından sonra iyiden iyiye görüşlerim değişti. Yazıda Rafa'nın neden sakat sakat oyuna devam etmediğini soruyor Sevinç. "12 oyun daha kortta kalamaz mıydı, bu hep onun kariyerinde kara leke olarak kalacak" buyurmuş. Şimdi yazıdan en basit yorumuyla "Nadal kaçtı" anlamı çıkıyor. Bu gerçekten hem cahilce hem de umursamaz bir yazı. Cahilce çünkü Nadal'ın geçen senenin yarısını sakat geçirerek 1 numarayı, efsanesini yazdığı Fransa Açık'ı, en sevdiği turnuva Wimbledon'u ve koleksiyonunun tek eksik halkası US Open'ı kaybetmeyi göze alarak toprak kort masters sezonunda hem teklerde hem çiftlerde adını yazdırıp bir de üstüne Davis Cup maçlarına çıkarak dizini feda etmesini ya bilmiyordur ya da görmezden geliyordur. Umursamaz bir yazı çünkü belli ki maç sonu 2 oyuncunun da basın toplantıları dinlenmemiştir. Sevinç'in önerisi 12 puan ya elini sallamaması ve rakibine seti 6-0 vermesi ya da dizini daha çok haşat ederek "rakibine saygı göstermesidir".
Nadal maç sonu basın toplantısında 2. setin sonundaki bir drop-shot sonrası dizindeki acının tıpkı geçen seneki gibi dayanılmaz hale geldiğini ve o dakikadan sonra oynamanın imkansız olduğunu söylüyor. "Devam edebileceğim hiçbir maçtan çekilmem" diyen Nadal basın toplantısının kalanında Murray'e şans dileyerek turnuvayı kazanabileceğini belirtiyor. "Andy'den özür dilerim ama gerçekten devam edebilecek gibi değildim. Sonuçta 3-5 set bir şey yapamadan kalmak daha kötü" diyerek de basının önünde üzüntüsünü dile getiriyor. Aynı şekilde Murray'de "muhtemelen acısı dayanılmazdı ki bıraktı çünkü onun daha önce ne acılarla maçlara devam ettiğini biliyorum" diyor.
Nadal, giderek küstahlaşan spor dünyasının en sempatik ve saygıdeğer oyuncularından biridir. Cristiano Ronaldo gibi "Dünya'nın 1. 2. ve 3. en iyi oyuncusu benim" demez. Zlatan gibi yaptığı ortayı gole çeviren forvete koşmak yerine tribüne dönerek kendi yeteneklerine takdir beklemez. Dünya 2. iken Federer'i RG finalinde EZEREK yendiğinde "Kendini Dünya'nın en iyi oyuncusu gibi hissediyor musun?" sorusuna "Hayır. Kendimi Dünya'nın en iyi 2. oyuncusu gibi hissediyorum" yanıtını yine Nadal vermiştir. 20 maçta 13 kere yendiği ezeli rakibini ilk kazandığı Oz Open sonrası kupasını bırakarak teselli eden yine Nadal'dır. Saçma sapan açıklamalar yapmaz, işine bakar, maçı kaybeden rakiplerini korttan alkışlayarak gönderir.
Bu ülkede böyle bir durum var. Sakatlık sporun bir parçası sayılmaz, sakatlanan sporcular aşağılanır. Linderoth, hain ilan edildi, ki bu adamın kalça ameliyatı sonrası yapılan tedavisinde bağışıklık sistemi zarar gördü. Delgado, korkak ilan edilir, Serkan Çalık ve Uğur ise iyileşemeyen yeteneksizler denir. Sakatım ayağına antrenmandan kaytaran Sergen, Hagi gibi adamlar öteki yandan, kahramanlarımızdır. Sporu sevmek ile galibiyeti sevmek arası ince çizgide yerimizi hep yanlış tarafta alırız malesef. Dizindeki sorunun ciddiyetini yine en iyi kendisi bilen ve en doğrusunu yapan Nadal'ı sonuna kadar destekliyorum. Umarım sakatlığı ciddi değildir çünkü turun en değişilmez parçalarındandır.


24 Ocak 2010 Pazar

Rafa vs Konsol


Rafa,bugün Avusturalya Açık 2010'da bir engeli daha aştı ünvanını koruma yolunda.Ace makinesi Ivo'yu evine yolladı.Çeyrek finalde rakip Murray.Müthiş maç olacak.Şimdiden sabırsızlıkla ve bütün uykusuzluğu göze alarak bekliyoruz.Maç sonrası Jim Courier : ''Burada maçının olmadığı günlerde otel odasında falan konsol oyunları oynamayı sevdiğini biliyoruz.Konsol oyunlarında da en çok tenis oyunları oynamayı sevdiğini biliyoruz.Bu oyunlarda en çok Roger Federer'i seçtiğin doğru mu ? '' Rafa : '' Ne yapayım,beni her oyunda sürekli arka çizgide oynayan,defansif bir tip yapıyorlar.Winner falan yapıp oyundan çok keyif alamıyorum,ben de mecburen diğer oyuncuları seçiyorum. '' Çok şeker adamsın sen yaaa !!

22 Ocak 2010 Cuma

Finale giden dikenli yol . . .

Roge :''Bu seneki finalde karşıma çıkma,geçen sene yaşananları unutalım!!''

Rafa :''Merak etme,finale gelmeden Nikolay'ın selamı olur belki benden sana!!''

Zor Zamanlarda

Biri Dur Desin, Yeter...

Bütün gece uyumadan tezin sonuçlarını bitirmeye çalıştım, olmadı tabi. Saat 14:00 civarı uykuya yenik düştüm, ev arkadaşım da 22:30'da uyandırdı. Türkiye'deki tek kanal olan NTV Spor'u açtım altyazı geçiyo, Jo Galatasaray'da diye. İhtimal vermiyordum, çünkü imza atılmadan duyurulan transferler genelde yapılmaz. Neyse uzatmıyım geldi Jo. Takımın ihtiyacı vardı forvete, o da halloldu. Şimdi bu transfer Galatasaray'a ne getirir?
  • Gol. Bu eleman Aşk ve Uyuşturucu forvet ikilisine sahip CSKA'nın harbici gol makinasıydı. Dunga'nın da gözünden kaçmadı, 10 kere milli formayı giydi. Bakarsınız izleriz onu Cape Town'da
  • Elano'nun şikayetleri biter belki. Man. City ve milli takımdan arkadaşı, ya ikisi birden Lincoln'den daha büyük bir çorap örecekler ya da 2 seneye kalmaz ikiliden 30M€ para kazanır Galatasaray.
  • Keita, Caner ve Arda da Galatasaray'da. Kewell, Nonda, Baros da. Ne biliyim Neill, Elano falan da. Beklentiler çok yükseldi, bunun da sonu 2 uçlu. Ya uçacak Galatasaray ya çökecek. İlki daha ihtimalli.
  • Bu şartlar altında kadro bi acayip gözüküyor. Leo - Caner, Neill, Servet, Keita - Arda, Elano, Kewell - Jo, Baros, Nonda gibi taramalı tüfeği andıran bir kadro yapısı var elde yabancı kontenjanına takılan. Çok acayip günler bekliyor bizi.
Peki kontenjanı açmak için kim gidecek o da ayrı bir konu. Benim oyum Leo Franco - Linderoth ikilisinden yana. Nonda belli ki A. Madrid'e karşı forvetin ortasında çıkacak isim çünkü Jo Avrupa Ligi'nde oynayamayacak. Ha ligde tek alternatif o belli, Baros anca son 7-8 haftayı yakalar. Haldun Üstünel yine kafayı yedi hala İngiltere'deymiş, Dos Santos'u çözmeye çalışıyor şimdi de. Bu iş böyle olmaz söylemek lazım. İyi tamam gelenlere bir laf yok da, ticaret iki taraflıdır, almak da vardır vermek de. Galatasaray'ın acil bir ters-haldun bulup eldeki değerleri de olabildiğince iyiye göndermesi gerekiyor. Görünen o ki Arda'ya yol verilmiş, sezon sonu ayrılabilir. Topal ve Servet para edecek isimler. Yabancıların hiçbiri, Lincoln dahil, elden bedavaya çıkarılabilecek kadar değersiz değil. Şu anda takım, toplanmaya başlayan bir odanın en dağınık hali gibi, herkes yerini bulduğunda bu oda çok şık gözükecek gibi görünüyor.

21 Ocak 2010 Perşembe

Melbourne'den Gözüme Çarpanlar


  • Henin'i gördüm. En son yine 2 yıl önce bu turnuvada görmüştüm. Arka arkaya gelen bir iki turnuva kaybından sonra uzak ara 1.si olduğu WTA'i ve mesleği bırakmıştı. Yerine 1 numaraya Sharapova, 2 numaraya Ivanovic geçmişti, ki o yılın Avusturalya Açık'ının finalistleriydi kendileri. Şu anda aralarında 3. turu gören yokken Henin, 6 ay önceki Clijsters gibi yıka yıka geliyor. Dementieva'yı hakettiği bir maçın ardından zor da olsa 2 sette yendi. Tie-break 6-6 iken Kablo TV yönetimi sağolsun yayını bir 15 dakikalığına keserlerse annelerine ne kadar küfür edileceğini merak ettiler, sonuç inanın onları da şaşırttı. Neyse, bu backhand'i özlemişiz.
  • Bernard Tomic. 92'li veledizyak Marin Cilic'i o kadar zorladı ki. Nedir bu Balkan Avusturalya ilişkisi onu da çözemedim henüz ama umarım bu turnuvada kalmaz yükselişi. Renk kattı en sarı yeşilinden.

  • Ivanovic, sana hoca, kondisyoner hiçbiri değil önce sağlam bir dayak ardından da bir psikolog lazım. Ha ikisini de sağlayabilirim onu da söyliyim peşin peşin. Saçma sapan bir maç, gecenin köründe hapis etti. Dulko'dan 71 Ana'dan 75 basit hata, 2 dayaklıktan toplam 21 çift hata ve 16 kırılan servis. Son set 5-1 Gisela önde, durum 5-4'e geliyor, servis Ana'da, 0-40 geriye düşüyor, 40-40'a getiriyor ve kaybediyor maçı. Anlatınca bir daha komik geldi. Maçın en güzel anı sonuydu. Ferrer - Baghdatis maçına bağlandık da biraz "tenis" dedik. Acil mental bir destek lazım bu kıza yoksa turun en sağlam stroke'çularından birini kaybetmek üzereyiz. "I do feel better on the court. I'm playing much better. I feel like my old self" buyurmuş prenses. Neden bahsettiğini kendisi de bilmiyor.
  • Baghdatis demişken, beni bilen bilir sevmem milliyetçilik. Hele spora karışmasından nefret ederim. Bir adamı hemşeri diye tutmak ayrı, o işe keyif getirir. Ama bir adam var ki 2 yıldır acayip şeyler dönüp durmakta. Geçen sene Kıbrıs'taki mangal partisinde Türklere ana avrat giydirirken görüntülenmişti Bağdatlı Marcos. Bu seneki kıyafeti ise anlaşılmaz ötede çirkin. Ha zaten bayrakta haritaya karşıyımdır, bayrak ayrı şey harita ayrı şey. Ama kalkıp üzerine, başına, bileğine ülkenin bayrağını giymek nedir, neden yapılır anlamadım. Sempati toplamaya çalışmadığı belli, ülke reklamı desen onun da yeri var. Davis Cup forması giymiş gibi bir halde çıkıp Avusturalya'daki en büyük azınlık olan Yunanların desteğiyle bir yerlere gelmeye çalışmak bence en kibar tabirle "çocukluktur". Bu adamın önceki vukuatları da göz önünde bulundurulduğunda iş çok daha ciddi yerlere varmakta. Üzücü...

Teşekkürler Marsel

Önce US Open, şimdi Oz Open. Son 2 Grand Slam'de ana tabloda bile boy göstermesi Türkiye için NBA tabiriyle bir career-high iken o kendinden beklenenin ötesine çıkıyor ikidir. 2. tur heyecanı yaşatıyor bize Marsel ve oynadığı tüm rakipler tenis aleminin saygı duyulan şahsiyetleri. Rochus Belçika'nın bel bağladıklarından, Isner zaten servisiyle parçalıyor, turnuva öncesi bahis şirketleri adını ace krallığında gösteriyor. Grosjean denen adamı bilen bilir bilmeyen araştırsın görsün 2000'lerde onun yerine gelebilen Fransız var mı. Yenildiği adam ise turnuvanın 11. seribaşıdır. Bu da 11. favorisi demektir en kaba tabiriyle.
Bunları neden mi yazıyorum. Marsel'i eleştiren yazılar okudum son 2 günde. Gözlerime inanamadım. Milliyetinden yeteneklerine bir sürü sallamışlar sallayanlar. Cevap vermek bize mi düşer bilmem ama şunun şurasında bir avuç insanız tenis gönül veren. Az buçuk da anlarız hani bu oyundan. Gece 4'te kalkıp en illegalinden Marsel'in maçını izleyecek kadar en azından. Şunu söylemek yeter, bu çocukta iş var. Marsel'i Türkiye yetiştirmiştir, buralara da hocalarının olduğu kadar Türkiye'nin de katkısıyla gelmiştir. Ha Türkiye kaç tenisçiye yatırım yapar o ayrı bir yazının konusudur ama Digiturk'un 321 milyon dolarının yanında komik bir rakam olduğu kestirilebilir. Tenisin dünyadaki popülaritesi baz alındığında da ülke açısından mantıklı değil tenisi bu kadar es geçmek.
Neyse Marsel'e dönelim. Gonzalez tecrübe ve imkan olarak tabiki kendisinden çok çok ötede bir rakipt, biz ondan bir mucize bekledik aslında ama olmadı. Ha bizi Grand Slam izlemeye alıştırdı o ayrı konu. Burası Türkiye Marsel, yükselttiğin beklenti görevin olur. Otur düşün bakalım Roland Garros'ta başına neler gelecek...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kanguru Marsel

Spor işte. Gece yatmadan önce Marsel'in maçını livetracker'dan canlı takip ediyorsun. İlk set heyecan kasırgası 5-7 Kindlmann alıyor. 2. set ise Marsel kasırgası. 6-1. Hani sürklase derler ya. Futbol tabiriyle topu göstermedi Marsel. 3. set 102 dakika sürdü tie-break canlı yayınlansa kalp krizi falan görmemek de ayrı bir heyecandı gerçi. Maç geliyor, gidiyor... Nasıl anlatılır ki? 9-11 bitti final seti. Alman'ın yanına atılan tik işaretini görünce insan düşünüyor, bu kadar yakınken nasıl olur diye. Yok mudur bir yolu? Hani rakipten daha çok sayı daha çok oyun kazanıp daha az hata yapan bir adamı nasıl izleyemeyiz ana tabloda diye. İşte orda da Oz Open kuralları giriyor devreye. Kaybetmenin şanslısı olur mu? Az buçuk tenisle ilgilenenler wild card uygulamasından haberdardır. Ama lucky loser konsepti onlara çok yeni. Durum şu: Fransızların şirin çocuğu Gilles Simon sakatlığını turnuvadan 48 saat önce açıklayarak çekiliyor. Bu durumda 92 yılının Danimarkası gibi elemelerin en şahane en mükemmel performansını sergileyip yenilen cengaver anatabloya davet ediliyor. YANİ BU SEFER HEM ALMANLAR HEM BİZ KAZANDIK!!!! Hem öyle böyle değil. Marsel ilk turda kendisinden 520 sıra geride olan bir zamanların Fransa 1 numarası Sébeastien Grosjean ile oynayacak. Grosjean, borusunun öttüğü 2001'de bu turnuvada son 4'e kalmış kaliteli bir oyuncu. Ha son yıllarda sakatlıklarla boğuşan kalıbına sokabiliriz onu da. Sonuçta Marsel eğer dün kazansaydı Red Hot Davidenko ile oynayacaktı. Bu daha mı iyi oldu? Göreceğiz. Marsel ilk turu geçebilir US Open gibi. Sonrasında ise rakibi muhtemelen Rochus'u yenen 2007 finalisti Fernando Gonzalez olacak. Yakışıklı bir maç olur, ha Eurosport'tan izleyebilir miyiz? Belki. Gonzo Güney Amerika'nın Del Potro ile iki atlısı. Naklen yayıncılar 2. tura çıkan ilk Türk'ün ve 2007 finalisti Şililinin (ne zor kelimeymiş be) maçını ekleyebilir günlük programa. Bekleyip göreceğiz. Tebrikler Marsel...

C'mooooon!!!

Ya bu sarışın veledizyaklar neden pişmaniye gibi tatlı?

12 Ocak 2010 Salı

Bad Boys Hırs Küpü

Eurosport'un Mayhem in Melbourne reklamını görmeyeniniz yoktur. Son yılların en başarılı tanıtımlarından bence. Montaj, fikirler ve espri düzeyi mükemmel. Yukardakilerde Double Trouble'ın elinden kupayı almaya çalışacak Beter Veletler. 2005 yılında Safin'in aldığın Oz Open'dan beri son 19 Grand Slam finalinin sadece ikisini alamadı Çifte Bela. Tenisin hükümdarlığı onların ellerindeyken yukardaki tavuskuşlarından en soldan ikisiydi seriyi bozabilen. Bir nevi boy sırasına geçmişler ATP sıralamasına göre. Aslında elleri kuvvetleniyor. Novak düzene girdi, DelPo US Open'ı, Davidenko ise Masters Cup ve Doha'yı aldı. Nadal geçen mayıstaki Roma'dan beri kupa kazanamadı (Davis Cup ayrı bir konsept) Federer ise Wimbledon'dan sonra dadılığa geçmiş gibi gözüküyor. Yukarıdaki çocuklardan çirkin tenis oynayan yok, yakışıksız yok, hırssız yok. Kesinlikle renk getirecekler ama renk kupayı almaya yetmiyor. Benim adayım Del Potro, plase Djokovic. O da sıcaktan zırlamazsa...

Blake'i Bulun

Şimdi Melbourne'de olmak vardı....

Backhand

Size 2 sorum var. Backhand nedir, nasıl vurulur. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.

Rekabet Güzeldir


Tüm zamanların en güzel rekabeti...